12 Ekim 2008 Pazar

SİNEMA TARİHİNE BAKIŞ

Sinema, köken olarak teknik bir sözcük olmasına rağmen, içerdiği çok boyutluluk sayesinde sözlüklerde birden fazla anlam ifade eder. Öncelikli olarak bir eylemin adıdır: "Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek, bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi. Gösterim amacına hizmet eden yerin adıdır: "Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapı”. Hem bir yaratım hem de bir üretim süreci olarak da ifadesini bulur: "Güzel sanatların dalı olarak, yansıtılmaya uygun olan filmleri gerçekleştirme ve yaratma sanatı. Film yapımını, dağıtımını gerçekleştiren, sinema araçlarını üreten endüstri. Ayrıca bir kitle iletişim ve kültür aktarım aracı olarak da sinema, bugüne kadar çeşitli araştırmalara kaynak olmuştur. Sinema araştırmacısı Nijat Özön başlıca özelliklerini aktarırken sinemayı sırasıyla bir haberleşme aracı, bir anlatım aracı, bir sanat aracı, bir araştırma aracı, bir eğitim-öğretim aracı, bir propaganda aracı ve bir eğlence aracı olarak nitelerken iki yönünün altını da özellikle çiziyor: "...sinema bütün sanatların bireşimi, bir çeşit "tüm sanat" da sayılabilir” diyerek ekliyor:
Dilinin evrenselliği ve seyirciye ulaşmadaki biçiminden dolayı büyük bir yaygınlığa ulaşan sinemanın, yukarıdaki sıralanan bütün özelliklerinin başına “yığınsal” nitelemesi eklenebilir: Yığınsal eğitim aracı, yığınsal sanat, yığınsal haberleşme aracı.
Sinemada ilk tekeli ve en büyük işletmeyi kuran Charles Pathe, bu yeni buluşun çok yönlü yapısını basitçe özetler: "Sinema, yarının tiyatrosu, okulu ve gazetesidir.” Anılan özellikleri dışında bugün pek çok kimse sinemanın kendine has bir anlatım dili olmasından çok, sinemanın kendisinin bir dil olduğunu savunmaktadırlar. Bu fikir yeni de değildir üstelik. "Sinema, niye dil metodolojisi dururken tiyatronun ve resmin peşinden gitsin? Dil, sinemaya resimden çok daha yakındır” diyen Sergei Eisenstein, film yapma yöntemi ile cümle kurma ya da edebi bir metin oluşturma arasındaki yakınlığa işaret eder. Eisenstein, izleyici ile doğrudan konuşulabilecek bir hiyeroglif yaratma imkanına sahip olan sinemanın "yeni bir tür ideogramatik dil” olduğunu söyler. Fransız yazar ve yönetmen Alexander Astruc de aynı doğrultuda, "sinemanın artık bir anlatım aracı, bir dil olduğunu belirtiyor, en soyut düşüncelerin yansıtılabileceğini” ifade ediyordu. Ona göre sinemanın temel sorunu düşüncenin anlatımıdır. Çağdaş göstergebilim alanında ilk çalışmaları yapan Charles Sanders Peirce ve Ferdinand De Saussure'dan bu yana, sinema göstergebilimi konusunda çalışan Umberto Eco, Christian Metz, Peter Wollen, Roland Barthes gibi diğer araştırmacı ve yazarlar da dil metodolojisi ve sinema sentaksı arasındaki yakınlığın altını çizmişler ve sinemanın bir dil, değilse bile bir dil yetisi olduğunu vurgulamışlardır. Sinema dilinin konuşma dili metodolojisi ile olan benzer ve ayrılan yanları genelde çalışmaların ana konusunu oluşturmuştur. Peirce, göstergeleri 3 ana gruba ayırmıştır. Peter Wollen ve diğer bazı göstergebilimciler, yazınsal dilin sembolik olduğunu oysa sinemanın öncelikle ikonik ve belirtisel olduğunu ifade etmişlerdir. Ağaç kavramı için sözel ve yazınsal dilde ortak kod olarak belirlenmiş dört adet ses ya da harfi sembolik olarak bu kavramın yerine kullanırız. Oysa sinemada bu kavram yine kendisiyle (ikonik olarak) karşılanabilir. Ya da bir yangın düşüncesi için duman görüntüsü (belirtisel gösterge) yeterli olabilir. Bu bakımdan sinema ve fotoğraf Charles Sanders Peirce'in ayırt ettiği gösterge türlerinden biri olan ve temsil ettiği şeyle yapısal benzeşikliği ifade eden "görüntüsel göstergelere başvururlar. "Göstergebilimciyi bekleyen güçlük sinemada çeşitli kod ve alt kodları hesaba katmak zorunluluğudur”. Çünkü, belli bir ışık yerine farklı bir ışığın kullanılması bir alt koddur ve bu durum yazılı dilde yoktur. Metz, bir filmi açıklayabilmenin zorluğundan bahseder ve bunun gerekçesini şöyle açıklar: "Çünkü bir filmin anlaşılabilmesi alabildiğine kolaydır...Bu yüzden bizler onları (filmleri) birer doğa harikasıymış gibi görmeye eğilimliyizdir. Unuturuz ki, bir filmin özünde öğrenilmesi gerekli bir dil (gerçekte birkaç dil) vardır.” Metotlu olmak ve anlaşılabilirlik, bir dilin temel nitelikleridir.
"Medium is the message (araç iletidir) diyen iletişim araştırmacısı Marshall McLuhan'ın bu yaklaşımı, kendi estetik ve dilini kuran televizyon ve sinemayla (şimdilerde İnternet) gibi görsel-işitsel kitle iletişim araçlarının doğaları üstüne biraz daha düşünmemizi sağlar.
Her aracın içeriği (mesajı) her zaman bir diğer araçtır. Yazmanın içeriği (mesajı) konuşmadır tıpkı basımın (mesajının) yazılmış sözcük olması ve basımın da telgrafın mesajı olması gibi. Eğer konuşmanın mesajı (içeriği) nedir diye sorulacak olursa, düşünmenin kendi içinde eylemsiz bir doğal süreci olduğunu belirtmek gerekir.
Böylelikle her araç aynı zamanda bir mesajdır ve gerekli koşullar varsa giderek bir dile dönüşür. Bu koşulların başında, yeni bir gerçeklik oluşturabilmek gelir. Çünkü aracın yol açtığı yeni estetik ve dil olgusu yeni bir gerçeklik yaratmaktadır. Yeni bir gerçeklikse ancak o gerçekliğe özgü dil sentaksıyla yaratılabilir. Eflatun'un ünlü mağara alegorisi buna örnektir. Eflatun, Devlet adlı eserinde, dünyanın gerçek olmadığını, algılarımızın yarattığı bir illüzyon olduğunu dile getirir. Doğduklarından beri zincirlenmiş vaziyette mahpusların yaşamakta olduğu bir mağara betimler:
Mahpuslar kımıldamaksızın, yüzlerini mağaranın bir duvarına arkalarını ise mağaranın ışık alan girişine dönmüşlerdir. Arkalarında, yüksek bir yerde bir ateş yanmaktadır... Mahpuslar arkalarına dönüp bakamadıkları için gölgeleri gerçek nesneler olarak düşünmekte, seslerin de gölgelerden çıktığını sanmaktadırlar.
Eflatun'un felsefesini özetleyen bu alegori harfi harfine sinema izleyicisinin durumuna da uymaktadır. Karanlık bir salonda oturan insanlar, arkadan ve yüksekten gelen bir ışığın yansıdığı yere bakmakta ve en önemlisi, gerçeklikle Eflatun'un betimlediği türden bir ilişkiye girmektedirler. Bu alegori, yeni bir iletişim biçimini ve aracını olduğu kadar yeni bir gerçekliği ve yeni bir dili de işaret etmektedir. Sanat katışıksız bir dizgedir. 0 halde bir sanat olarak rüştünü çoktan ispat etmiş olan sinema aynı zamanda kendi sentaksına sahip bir dildir.
Sinema ile ilgili tanımlamaların birçoğunda açıkça adından söz edilmese dahi yine de gizil olarak bulunan ve çoklukla iç içe geçmiş endüstriyel üretim ve sanatsal yaratım çabalarının odağında duran bir kavram daha vardır: Sinema seyircisi. Sanatsal bir yaratı nesnesi olarak filmin gösterimi sayesinde bulacağı hayat, ya da -tecimsel sinemayı baz aldığımızda- endüstriyel bir tüketim nesnesi olarak satın alınması karşısında kazanacağı ekonomik değer, varlığını hep bu kavrama borçlu olacaktır. Dolayısıyla sinemanın her türlü tarifinde adı geçsin geçmesin seyirci, o tarifin içinde mutlaka bulunacaktır. İzleyicisi olmayan bir sinema filmi (teorik olarak bu bir kişi bile olabilir) bir sanat eseri olarak varlığını tescil ettiremeyecek, doğamayacaktır. Aynı şekilde hiçbir tüketicisi, alıcısı ya da müşterisi olmayan bir ürün olarak da ekonomik değer ifade etmeyecektir.
Deneysel sinemanın bazı örneklerinde şahit olduğumuz gibi, sinema kavramının bileşenlerini elimine ederek, doğal bileşenleri olan senaryo, oyunculuk, kompozisyon, kurgu hatta aydınlatma gibi öğelerinden yoksun bırakıldığında bile adına sinema denilebilecek saf bir malzemenin yine de kaldığını biliyoruz. Oysa sinema seyircisi varlığını, sinema kavramı için vazgeçilmez bir öğe olarak sinematografın icadından bu yana hep korudu. İster tecimsel ister sanatsal isterse deneysel olsun, insana özgü bir iletişim biçimi olarak sinema saf bir elementse, seyirci de onun ayrışmaz, olmazsa olmaz bir atomu olarak var oldu. Sinemayı bir kitle iletişim aracı olarak ele aldığımızda ise seyirci kavramı kuramsal olarak da kendine ait yeri kolaylıkla bulmaktadır.
Kuramsal bilim alanında yapılan çalışmalarla eldeki bilgiler artmakta, dallanmakta ya da başka dallarla kesişme noktaları meydana getirmektedir. Bu bilgiler biriktikçe, bilim adamı bunların kullanılabilirliğini sorgulamaya başlar. Teknoloji, çeşitli bilim dallarına ilişkin kuramsal bilginin, kılgısal görevlere metotlu bir uygulamasıdır. Batı tipi kitlesel üretim tarzına geçişin temel göstergesi fabrika sistemi üretimdir. Ürerim şekillerindeki değişmeler, bir toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel tüm kimliğinin değişikliğe uğrayacağının göstergesidir. Ancak burada diyalektik yasa işler. Kuşkusuz, bu öğeler birbirini karşılıklı etkiler. Bir toplumun sosyo-kültürel yapısı aynı zamanda üretim ilişkilerini de belirleyecektir. Fabrika sisteminin özü işbölümü ilkesidir. Bu ilke ilk kez, Adam Smith tarafından ortaya atıldığında iğne üretimine ilişkin süreçlerin sistemli bir şekilde paylaşılması gerektiğine işaret ediyordu. Sonradan bu ilkenin kitlesel üretimde bir zorunluluk olduğu görüldü. Bilimsel bulgular uygulama alanında sürekli gelişme ve ilerlemelere yol açar. Yelkenliden uçağa, davul ve dumanla iletişimden televizyon ve İnternet'e uzanan yol, birçok bilim dalında meydana gelen gelişmenin bir diğerini de gelişmeye zorlamasından geçer. Görünen o ki, kuramsal bilim eninde sonunda hayata geçirilmektedir.
Teknoloji esas olarak insanın temel ihtiyaç ve dürtülerine yanıt aramasının, hayata bir yansımasından başka bir şey değildir. Daha iyi ısınma, barınma, haberleşme... Bilimsel gelişmeler, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknolojik ağırlıklı bir kimlik kazandı. Yaratıcı fikrin teknoloji aracılığıyla üretime döndürülmesi gerçekleşti. Endüstri devrimi kentlerde nüfus artışına yol açtı. Toplumsal düşünce fikri ortaya çıktı. Yeni üretim ilişkilerinin mantığı sanat yapılarını etkiledi. Yeni arayışlar başladı, akımlar gelişti ve sanat olgusu karmaşıklaştı. Modernizm filizlendi, değişen algılama biçimleriyle birlikte sanatta yeni ifade biçimlerine yönelme başladı. Edebiyat, görsel sanatlar, müzik, resim, mimari gibi tüm sanatlarda yerleşik kalıplar yıkıldı ve en önemlisi diğer sanatlardan çok daha geniş insan kitlelerine hitap edebilen, yeni teknoloji ve üretim ilişkileriyle beslenip gelişen sinema sanatı ortaya çıktı. Sanatın kitleselleşerek bir azınlık hakkı olmaktan çıkması ise kuşkusuz çok önemliydi. İnsanın yüzlerce yıldır olabilirliğinin düşünü kurduğu elektrik, otomobil, uçak gibi kavramlar günlük yaşamın içine girmeye başladı. Sinemanın icadının temelinde de insanın temel dürtülerinden birisi yatmaktadır: İletişim kurmak. Doğası gereği sosyal bir varlık olan insan binlerce yıl öncesinde duygu ve düşüncelerini mağara duvarlarına yaptığı resimlerle dile getirmeye çalışmıştır. Hareketi yazımlamak... Uzunca bir süre birçok bilim adamının kafasını kurcalayan bu konu, ancak farklı bilgi alanlarında meydana gelen gelişmelerin 18. yüzyılın sonlarında kesişme noktaları yakalamasıyla mümkün olmuştur. Elektriğin bulunuşu, optik aygıtların geliştirilmesi, fotoğrafın ve fotoğraf filminin icadı sinemanın doğuşunu müjdeleyen bilimsel gelişmelerdi.

Hiç yorum yok: