18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimsel gelişmeler ivme kazandı. Genellikle bir icatla sonuçlanan bu çalışmaların genel karakterine baktığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır. Farklı ülkelerdeki bilim adamları bazen eşzamanlı bazen birkaç yıllık zaman farklarıyla aynı bilimsel konular üzerinde çalışmaktaydılar. Örneğin otomobil, uçak, elektrik, radyo, sinema, televizyon gibi bilimsel buluşların tümü birden fazla bilim adamının çabalarıyla son şekillerine kavuşmuştur. Bu durum genellikle patent hakkı konusunda çeşitli anlaşmazlıklara yol açabilmekteydi. Çeşitli ülkelerde birbirinden habersiz birçok isim, sinematograf benzeri makineler üzerinde çalışıyorlardı. 1895'ten itibaren ilk temsiller görülmeye başlandı.
Bu yüzden, sinemanın icadı sonradan birçok anlaşmazlıklara yol açtı. Amerika'da olsun, Almanya’da olsun, tek tük ya da seri halde "sinema temsilleri” verildi. Fakat aynı yıl çeşitli zamanlarda yapılan bu gösterilerin hiçbiri 28 Aralık 1895’te Paris'te Capucines Bulvarı'ndaki 'Grand Cafe'de gösterilen “Lumiere Sinematografı” kadar ilgi çekmedi, gürültü uyandırmadı.
Sinematografın ortaya çıkışı ise bir dizi faktörün birbirini etkilemesi ve birçok bilim adamının uzun yıllar boyunca konuya hep ilgi göstererek katkı sağlamaları sonucunda olmuştur. Bildiğimiz anlamda hem alıcı (kamera) hem de gösterici (projeksiyon makinesi) olarak kullanılabilen en başarlı düzenek, Fransız Louis ve Auguste Lumiere tarafından ortaya konmuştur. 20. yüzyıla ait bir icat olan sinemanın ortaya çıkabilmesinde en büyük katkıyı fotoğraf alanında elde edilen gelişmeler sağlamıştır. Buna paralel olarak optik düzenekleriyle ilgili çalışmalar da hareketli görüntüye giden yolu oldukça kısaltmıştır.
Gözümüzün önünde hızla hareket eden parlak cisimlerin hareketini bir çizgi şeklinde görürüz. Bu, objeye ait görüntünün beyne iletilmesi sırasında gözün retina tabakasında yaklaşık saniyenin onda biri kadar süreyle kalması sonucu oluşan bir göz aldanmasıdır. Eğer "bir cismin görüntüsü kaybolmadan öbür cismin görüntüsü ağ tabakaya düşerse göz bu iki görüntüyü birleştirir, hareket halinde görür. Hareket eden resimlerin sırrı "ağ tabaka izlenimi (Persistence of Vision)” denilen bu göz yetersizliğidir. Sinema bu özelliği kullanarak başlangıçta on altı, sonraları yirmi dört kareyi bir saniyede gözlerimizin önünden geçirme ilkesine dayanır. Gözümüzün bu özelliği ünlü fizikçi Isaac Newton tarafından fark edilerek incelenmişti.
Optik bir takım düzeneklerin keşfi ise sinematografa giden yolun kilometre taşları oldular. Görüntüyle ilgili ilk düzeneklerden biri Leonardo da Vinci'nin Camera Obscura (Karanlık Kutu) adını verdiği alettir. Bundan esinlenen Alman araştırmacı Kirscher tarafından geliştirilen ve cismin arkadan aydınlatılarak bir perdeye yansıtılması esasına dayanan Lanterna Magica (Büyülü Fener), yaklaşık yüz yıl boyunca insanların eğlence aracı oldu. Önünde ve arkasında resimler bulunan daire biçimli basit bir kartondan ibaret olan Thaumatrope 1825 yılında keşfedildi. Bu tarihten itibaren hareketi meydana getiren daha karmaşık ve mükemmel düzenekler üzerindeki çalışmalar hız kazanmıştır. Belçikalı genç fizikçi Joseph Plateau 1933 yılında Phenakistiscope'u keşfetti. Bu üzerinde delikler bulunan bir silindirin içine yerleştirilmiş ve içi resimlerle bezeli bir ikinci silindirin zıt yönlerde çevrilmesi esasına göre çalışan bir düzenektir. Bu tarihten itibaren sinemayla ilgili her türlü gelişme bu ilke uyarınca olmuştur. Bu optik oyuncaklar kımıldayan resimlerin ticari bir boyutu olduğunu da çabucak gözler önüne serdi.
Sinema doğuşunu bir anlamda başka bir görsel sanat ve bilimsel buluş olan fotoğrafa borçludur. 1800-1890 yılları arasında bilim adamları daha çok görüntünün kaydedilmesi ve bu iş için en elverişli malzemenin bulunması konusunda çalışmalar yaparak fotoğrafçılık alanında büyük ilerlemeler kaydettiler. Gerçek anlamda sinemanın doğuşu da ancak bundan sonra mümkün olmuştur. Bu alandaki çalışmalar dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı farklı bilim adamlarınca yürütülüyordu. Fotoğrafın mucidi olarak anılan Nicephore Niepce 1826'da ışığa karşı duyarlı bir malzeme elde etti. Niepce, ilk fotoğrafı olan Hazır Sofra resmini 1823 yılında elde etmiş ve bunun için 14 saat süren bir poz verme işlemini gerçekleştirmişti. 1830'lardan sonra Henry Fox Talbot, Louis Jacques Mande Daguerre gibi araştırmacılar hassas cam veya nemli kolodyon yerine selüloit tabanlı malzemeyi keşfettiler. Böylece poz sürelerini saniyeler ve daha da küçük zaman birimlerine kadar küçülttüler. Bu durum, hareketli resim çekebilme çalışmalarına büyük bir ivme kazandırdı. Claudet, Dubesoq, Herschel, Wheatstone, Wenham, Seguin gibi araştırıcılar hareketli bir şeyin resmini çekmeye çabaladılar. Gerçek hayattaki hareketin perdeye aktarılması için akıp giden zamanın mükemmel benzerlerine ihtiyacımız vardır. Bir başka deyişle enstantaneye. Bu imkanı bize ancak fotoğraf tanır. Bu gerçeği daha 1845'de kavrayan Plateau, bu yolda yaptığı deneyler sırasında gözlerini kaybetti. Yine de hareketin gerçekçi bir analizine izin veren fotoğraflar elde edebilmek için 1872 yılına kadar beklemek gerekti. Bu tarihte Edward Muybridge'in, koşan atlarla ilgili fotoğrafları büyük ilgi uyandırdı. Eşit aralıklarla yerleştirdiği fotoğraf makineleri sayesinde elde ettiği seri fotoğraflarını döner bir diske yerleştiren Muybridge, bunları bir perdeye yansıtmayı başardı ve bu sisteme "hareket eden resimler” adını koydu. Sinematografa giden yoldaki son adımlardan birisi Fizyoloji bilgini Etienne Jules Marey tarafından atıldı. Seri fotoğrafların tek kamera ile saptanması. Marey, saniyede 12 fotoğrafı arka arkaya çekebilen ve adına Camera denen ilk modern sinema makinesini hayvanların hareketlerini incelemek amacıyla kullanmıştı.
George Eastman’ın ıslak colodyon yerine kuru emülsiyon sistemini keşfetmesi rulo şeritler halinde çekim yapmayı olanaklı kıldı. 1887'de bir büyük bilim adamı ve dahi, Thomas Alva Edison laboratuarını hareketli görüntü cihazlarını geliştirmeye dönük olarak düzenledi. Edison bu alandaki ticari geleceği çoktan fark etmişti ve her resmin kenarına dörder çift perforasyon (minik delikler) gelecek şekilde tasarlanmış 35 mm'lik pelikülü bularak çağdaş sinemanın bugüne kadar vazgeçemediği temel malzemeyi yarattı. Edison, sinema filminin herkesin göreceği şekilde perdeye aksettirilmesini istemiyordu. Ona göre böyle bir şey, altın yumurtlayan tavuğu kesmek olacaktı. Kinetoscope dediği, kocaman bir kutu içinde dönen, arkadan ışık alarak bir küçük pencereden bir kişinin seyredebileceği film makinesini yaptı. Nitekim, onun yaptığı bu tek seyircilik düzenek, değişik ülkelerde görüntünün perdeye yansıtılması fikrini doğurdu. Bazı araştırmacılar, eski büyülü fener benzeri aletlerin içinden filmi geçirip bir objektif aracılığıyla görüntüyü perdeye aktardılar. Yüzlerce buluşunun yanı sıra sinema ve projeksiyon imkanlarını sonuna kadar genişleten icatlardan birisi olan ampulü de bulan Edison'un bu konuda dar düşünmüş olması gerçekten ilginç bir noktadır. Zira, ilk olarak bu filmleri parayla halka göstermeyi akıl edenler, bu işten çok karlı çıkacaklardı. Çünkü 1888'den beri gerek laboratuarlarda, gerek herkesin ortasında yapılan denemeler epeyce çoğalmıştı.”
Kendinden önceki ve çağdaşı birçok bilim adamı ve araştırmacı içinde sinematografın mucidi olarak tarihe geçmek Louis Lumiere'e kısmet olmuştur. Kuşkusuz bunda en büyük pay Louis Lumire'in babası ve kardeşiyle birlikte Lyon şehrinde büyük bir fotoğraf malzemesi atölyesi işletiyor olmasıdır. Eski bir ressam olan baba Antoine Lumiere, Lyon'da fotoğraf malzemesi üretiyordu. Endüstri okulunun parlak öğrencileri olan Louis ve Auguste, küçük yaşta babalarıyla çalışmaya başladılar. Louis henüz 17 yaşındayken kuru sistemli fotoğraf tabakası üretimi üzerine yeni bir yöntem geliştirdi (1881). Fotoğrafa hiç de yabancı olmayan Lumiere, 1894 yılında Fransa'ya ilk gelen kinetoscopelar'la birtakım deneylere girişti. Önce cronophotographe adını verdiği bir alet yaptı ve Edison tipi peliküllerle birtakım deneylere girişti. Ardından 1895 Mart ayında cinematographe'ı ortaya çıkardı. Bu alet hem alıcı hem de projeksiyon makinesiydi. Yani hem kaydediyor hem de perdeye yansıtıyordu. Bir mühendislik harikası olan sinematograf, aynı zamanda baskı (kopya alma) işlemini de yapıyordu. Saniyede 16 kare projeksiyon yapabilen sinematograf için gerekli ışık elektrikle eğer elektrik yoksa yine Lumiere'lerin icadı olan eter lambası ile sağlanıyordu. Sinematograf "...benzerlerinin hepsine de üstündü. Gerek yapılışındaki ilerilik gerek çekilen filmlerdeki başkalık, Lumiere’e dünyaca şöhret sağladı. Para karşılığı gösteriler yapılmaya başlamadan önce halka açık ilk gösterim 22 Mart 1895'te, Ulusal Sanayii Özendirme Derneği'nde yapıldı. 28 Aralık tarihinden itibaren de Paris’teki Grand Cafe'nin Indian Room salonunda para karşılığı temsiller verilmeye başlandı.
Sinemanın sanat olmadan önce endüstri olmuş olması gerçeği onun bir sanat olarak da doğasını hep etkilemiştir. Grand Cafe'de gerçekleşen ilk gösterimde halktan seyir parası toplamayı akıl eden Lumiere Kardeşler sonrasında Edison'un yaptığı bir hatayı yaparak ellerindeki gücün gerçek büyüklüğünü sezememişlerdir. Sinematografı yalnızca aktüel röportajlar ya da dokümanter kısa filmler çekmek için kullanmışlardır. Fotoğrafçılıktan yetişme oldukları için bu tavırları bir ölçüde anlaşılabilir. Nitekim bütün ilgilerini malzeme satışına yönelten Lumiere’ler bu yolla büyük kazançlar elde ettiler. Ayrıca sinematograf operatörleri yetiştirerek bunları dünyanın dört yanına gönderdiler ve filmler çektirdiler. Bu yolla çekilmiş 2000 kadar filmi dünyanın diğer yerlerine gönderip para karşılığında halka gösterdiler.
Halkın bu yeni keşfe ilgisi çok büyüktü. Modernizmin kuralları, yeni toplumsal oluşum ve kurumlar güç kazanıyordu. Halk geleneksel değerlerin yerine yenilerini koymak, yeni deneyimler yaşamak için fazlasıyla hazırdı. Sinema yeni bir iletişim biçimi olarak insanların bu yanına hitap ediyordu. Sanat kitleler tarafından tüketilebilir bir nesne haline geliyordu. Kitlelere sunulan sanat, diğer sanatlardan ayrı olarak, toplu tüketilebilmeli, kitlenin beklentilerine yanıt verebilmeli ve ucuz olmalıydı.
Endüstri devrimi ve modernizmin kökleştiği bir ortamda bilimsel gelişmeler teknoloji ve dolayısıyla ticaret ile birebir ve doğrudan bir ilişki içindeydiler. Sinematograf da teknolojik bir buluş olarak kendini ekonomik bir değere dönüştürmekte gecikmedi. Sayıları onbinleri bulan sinema salonları sistemin en önemli halkasını oluşturuyordu ve tüketimin garandsiydiler. Sıra bir sektör haline gelen sinemamn kurumlaşmasında ve köldeşmesindeydi. Gelenekleri, kuralları olan bir sektörün herşeyden öncc güçlü firmalara ihtiyacı vardı.
Salonlarla birlikte, sinema endüstrisinin iç zinciri de tamamlandı. Hammadde ve aygıtların imalatı, film yapımı, dağıtımı, gösterimi dikey ve yatay olarak örgütlenmeye başladı. Ancak henüz hiç kimse sistem üzerinde toptan bir denetime sahip değildi. Bir kamera ve gösterici -bazen iki işi tek aygıtla yapmak da olasıydı- satın alan, kendine yer de ayarlayabilirse filmlerini gösterebiliyordu. Sonraki yılların sinema imparatorları William Fox, Carl Laemmle, Adolph Zukor gibi isimler sinema piyasasına bu şekilde girdiler, yapımevlerini kurdular. Hollywood'un ilk stüdyoları kısa sürede güçlendi.
Güçlenip ünlü oyuncuları ve iyi yönetmenleri mukavelelerle kendilerine bağladıktan sonraysa, yıllık fîlm üretimlerinin tümünün gösterim haklarını toptan kiralayabilmenin yollarını aradılar, "Block Booking" sistemini getirdiler. Böylece salonlar, ünlülerin filmlerini gösterebilmek uğruna, şirketlerin sıradan filmlerini de almak zorunda kalıyorlardı. Yapımcı firmaların salonları da ele geçirmeye başlaması salon sahiplerinin bir araya gelerek kendi stüdyolarını kurmaları sonucunu doğurdu. Zamanla kendi salon zincirleri olmayan küçük stüdyolar büyükler tarafından yutuldular. Artık Amerikan sinema endüstrisi yatay ve dikey olarak örgütlenmişti.
"Blok booking" çok sonraları rekabeti zedeleyici bulunarak yasadışı sayıldı. Ne var ki, majörler aynı sistemi dış pazarlarda sürdürmekte bir sakınca görmediler. Halihazırda ülkemizde belli başlı salonlarla sezonluk anlaşmalar imzalayan büyük Amerikan şirketleri aynı taktiği sürdürmektedirler. Bir sezonda birkaç iyi film ve bir düzine ucuz kötü film izleyicilerin karşısına çıkarılmaktadır. Reklam ve pazarlama olanaklarını da kullanarak her zaman istedikleri seyirci potansiyelini de bulmaktadırlar.
Bu dönemden sonra Hollywood'un yıldızı sürekli parlarken ilk tekelleri kuran Edison, Melies ve Pathe'nin yıldızlan giderek söndü. Film deyince akla hemen hemen sadece Hollywood geliyordu. Stüdyo sistemi tamamen oturdu. Doğuşundan sonra yaklaşık 15 yıllık bir sürenin sonunda sinema en güçlü iş kollarından birisi haline geldi.
1910'lann ortasına gelindiğinde, fîlmcilikteki karmaşa durulmuş, kendiliğindencilik, doğaçlamacılık çağı hemen hemen kapanmıştı. Şirketlerin en önemli sorunu yıllık kar ve zarar dengeleriydi. Her fîlm kendi başına önemli bir yapıt olmaktan çok, stüdyoların yıllık çıktısının yalnızca bir birimiydi. Artık bir yönetmenin kendi ekibiyle, senaryosuz ve yapım programı olmaksızın işe başlaması düşünülemezdi. Yapımcıyla yönetmen, film yapma işiyle fîlm sanatçılığı arasındaki uçurum genişledi. Yönetmenlerin, yapımcıların talimatına uygun olarak, belirlenen yapım programlan dahilinde bir teknisyen gibi çalışması getekiyordu.
Sinemanın gelişim çizgisi her zaman içinden çıktığı toplumun sosyal dinamikleriyle koşut olmuştur. Ortaya çıktığında, Hollywood'un ilk yılları ve yükselişinde, 1. Dünya Savaşı'nda Fransa ve Almanya'da, 2. Dünya Savaşı'nda İtalya'da meydana gelen sinemasal değişimler, anlayış ve uygulayımlar doğrudan doğruya toplumların yaşadığı deneyimlerden ve dönüşümlerden beslenmiştir. Toplumla karşılıklı etkileşimi sinema kadar üst boyutta bir başka sanat ve iletişim biçimi yoktu. Hollywood stüdyo sistemini kurarak fabrikasyon film üretimine yöneldi. Üç yönetmen; David Wark Griffith, Thomas Ince ve Mack Sennett ünlü Triangle (üçgen) şirketinin film konularını aşk, western ve komedi şeklinde aralarında pay ettiler. Ince, western türünde ustaydı. Film idare etme ve organizasyon konularında tam bir efsane olmuştu. Sürekli film çekimleri için kullandığı ve içinde bir yerli kabilesinin bile barındığı Inceville olarak anılan, eski batı kasabası inşa ettirmişti. Yüzlerce insanı en verimli şekilde o setten bu sete aktarıyor, yönetmenlerini tam bir memur gibi çalıştırıyordu. Mack Sennett, komedi tarzına yeni yıldızlar yaratmada ustaydı ve Buster Keaton, Roscoe Arbuckle, Harold Lloyd, Charlie Chaplin gibi isimleri sinemaya kazandırdı. Griffith sinemanın ilk ustası olarak anılan isimdir. Başta kurgu olmak üzere, çekim açıları ve birçok kamera hareketini başarılı şekilde uygulayarak kendisinden sonra gelenler için zengin anlatım olanakları bıraktı.
1.Dünya Savaşı, 1930'ların ekonomik bunalımı, 2. Dünya Savaşı... Tüm bu zor dönemler boyunca sinema insanlar için rahatlatıcı, bazen gerçeklerden uzaklaştırıcı (müzikaller, slapstickler) bazen de gerçeğin ele geçmesinde bir araç (Chaplin'in olgunluk dönemi filmleri) olarak işlev gördü. Seyircinin toplumsal yaşayışı sinema için sürekli olarak bir referanstı. Alman ekspresyonizmi tamamen dönemin siyasal, ekonomik baskılarından doğmuştu ve filmler adeta toplumun bilinçaltını yansıtan rüyalar gibi geleceğe dair açık uyarılar içeriyordu. Nazizmin yükselişi Alman toplumunun başına bir Caligari ya da Nosferatu'nun geçeceği kehanetleri daha çok birer sanatçı önsezisine dönüşerek gerçekleşti.
Sinema, Rusya'da da toplumsal değişim ve dönüşümün tam odağındaydı. 1919 yılında, Çarlık Rusyası’ndan kalma sinema sanayisini devletleştirirken Lenin, şunları söylemiştir: "Bizim için sinema, bütün sanatların içinde en önemli olanıdır.” Böylece, Sovyetlerde eski geleneksel yapımların yanı sıra, yoğun bir deneme dönemi başlar. Rus sineması, yeni kurulan Sovyetler Birliği'nin ideolojik bir aracı haline dönüşür. Siyasal söylemi geliştirecek bütün unsurlar adeta bir laboratuar çalışması yapılarak açığa çıkarıldı.
2. Dünya Savaşı İtalyan halkı üzerinde ve dolayısıyla İtalyan sineması üzerinde köklü değişiklikler yaptı. Savaştan önce savaş sırasında faşist bir rejimle yönetilen İtalyan halkı savaş sonuna doğru hem bu rejime hem de Nazizme karşı bir direniş mücadelesi vermişti. Aynı şekilde Yeni Gerçekçilik de faşist dönem sinemasına, toplumdaki gerilimi azaltmak ve insanların sisteme ilişkin eleştirel tavrını körletmek maksadı taşıyan salon filmlerine karşı yoksul halkın yanında yer alarak büyük bir mücadele verdi.
Sinema 1930'lara kadar siyah beyaz ve sessiz çekim evrimini tamamladı ve bu tekniğin anlatım olanaklarını sonuna kadar geliştirdi. Daha sonra sinemaya ses ve rengin girişiyle, seyirci üzerinde sinemanın etkisi büyük ölçüde arttı. 1945'lere kadar bu yeni teknikler de oturdu. Artık bireysel arayışların zamanıydı. Amerika'da büyük yönetmenler dönemi başladı. Avrupa ise önce İtalya ve ardından Fransa'da yeşerecek iki önemli akımla seyircinin sinemaya bakışına çok önemli açılımlar getirecek olan iki sinema akımına ev sahipliği yaptı. 2. dünya savaşından sonra genel olarak tüm Avrupa sineması etkinlik ve yaygınlık bakımından zorlandığı bir döneme girdi. Savaş bütün birikmiş malzeme ve insan gücünü alıp götürmüş geriye yeniden inşa edilmesi gereken maddi ve manevi bir yıkılmışlık bırakmıştı. Bu yıkılmışlık ortamı Amerikan ticari sineması için biçilmiş kaftandı. İtalya ve Fransa hem savaş döneminde hem de sonrasında güzel erkek ve kadınların çok güzel mekanlarda birbirlerine aşk şarkıları söylediği bu filmlerde hayatın gerçeklerinden bir parça olsun uzaklaşıyorlardı. Oysa örneğin İtalyan Yeni Gerçekçi Sineması kaçışın tersine kalıp mücadele etmeyi örgütleyen bir sinemadır. Vittorio de Sica, "Filmlerim, gerçek anlamlarını insan dayanışmasını arttırmak ve egoistliğe, boş vermişliğe karşı savaşmakla kazandılar" derken bu gerçeğin altını çizer. Savaş sonrası toplumlarında hem birey hem toplum bir arayış içindeydi. Böyle bir ortamda sanatçı kimliği sorgulanmak zorundaydı. Sanatçı kimdir? Sanat nedir? Bu soruların yanıtları yeniden verildi. Sinemanın eğlendirmenin, güzel şarkılar ve aşk hikayeleri anlatmanın ötesinde de hayata dair söyleyebilecek sözleri olduğu görüldü. Sinemanın sadece bir boş vakit geçirme aracı olmadığı kesindi. 0 halde diğer sanat dallarında olduğu gibi sanatçı kimliği de özeldi ve her yönetmen bir olamazdı. Kişisel stil ve beceriler ön plana çıktı. Yönetmen, yarattığı şeye sahip çıkıyor ve uzun zaman önce hak ettiği yere ancak geliyordu. Böylece auteur yönetmen ve Auteurism kavramları gelişti.
12 Ekim 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder